Yukarıdaki fotoğrafta Büyük Ata'yı, Ankara istasyonunda kendisini karşılayan kıt'ayı selamlayışı filme alınırken görüyorsunuz...
Büyük Ata her konuda olduğu gibi ileriyi gören üstün zekasıyla, sinemanın da ileride toplumu büyük ölçüde etkileyecek bir buluş olduğunu, daha o günlerde keşfetmişti. Onun bu konudaki düşünceleri aşağıdaki sözlerinde açıkça belirmektedir:
«Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok, dünya medeniyetinin cephesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşesinde oturan insanların birbirlerini tanımalarını sevmelerini temin edecektir. Sinema, insanlar arasındaki görünüş ve düşünüş farklılıklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu yeri vermeliyiz.»
Kurtuluş Savaşı bitmek üzeredir. Mustafa Kemal, 1922'de İstiklal Savaşı sırasında çekilen filmlerin birleştirilip bir dökümanter film yapılmasını ister. O karışık günlerde dahi bu büyük savaşa dair elde bir belge kalması gerektiğini düşünmektedir. Büyük insan o günlerde horlanan sinemaya verdiği değeri bu davranışlarıyla belli etmekte, bunca işinin arasında hazırlanan filmle de her fırsatta ilgilenmektedir.
İstiklal Savaşı'nı konu alan ve bugün elimizde bulunan tek belge film o günlerde hazırlanır. Atatürk, 1933'te İran Şahı Rıza Pehlevi'nin Türkiye'yi ziyaretinde bu filmi Dolmabahçe Sarayı'nda seyreder. Zamanın Akademiler Kumandanı Ali Fuat Erdem'e filmin daha da genişletilmesini emreder. Çalışmalar yapılır, «İstiklal» adı verilen dökümanter daha detaylı olarak yeniden hazırlanır.
Ata, 1937'de bir gün filmin bitip, bitmediğini sorar. «Size ait sahnelerin ekserisi hareketsiz resimlerden olduğu için tamamlanamadı» cevabını alınca şöyle der:
- «Ben hayattayım. Milli Mücadele'ye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem halihazırda mevcut olduğuna göre, çağırdığınız anda bana düşen vazife ve görevi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu milli bir vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra bırakmak bu filmle mümkün olacaktır.»
Atatürk'ün bu arzusu ne yazık ki, gerçekleşmemiş ve Kurtuluş Savaşı'na ait daha sonraları yapılan bütün çalışmalara rağmen, elde eksik bir montaj filminden başka bir şey kalmamıştır.
«Sinemanın keşfi yanında tarihte devirler açan olaylar bir hiç mesabesindedir» diyen Büyük Atatürk gerçekten gerektiği zaman kamera karşısına çıkmaktan çekinmemiştir. Türkiye'nin en eski film operatörlerinden Cezmi Ar'ın o günlere alt bir hatırasında bu açıkça ortaya
çıkıyor:
- «İzmit'te Gazi'nin de katıldığı bir resmi geçidi filme almaya gitmiştik. Gazi Paşa'nın da filmini çekmek istiyordum. Korkarak haber gönderdim. Arzumu kabul etmiş. 'Çekinmeyin.' dedi. 'Sinema sanatının icabatı neyse söyleyin hemen tatbik edelim.'
Bunun üzerine Paşa'nın çeşitli açılardan filmini çektim. Fotojenikti. Kamera karşısında rahatlıkla hareket ediyordu. Bittikten sonra etrafındakilere şöyle dediğini duydum: 'İleride bugünü görmeyenlere bir ibret hatırası olur bu resmi geçit'. Büyük önder işte böylesine ileri
görüşlü bir insandı.»
1934'te Sergey Yutkeviç ve Lev Oskaroviç'in birlikte çevirdikleri «Ankara, Türkiye'nin Kalbidir» adlı filmden çok memnun kalan Atatürk 1937'de «Montaj Film» türünün kurucusu ve en usta sanatçısı Esther Shaup'la Kurtuluş Savaşı'na ait filmin tamamlanması konusunda işbirliği yapmayı düşünmüştü. Hatta bunun için Atatürk aynı yıl Münir Hayri Egeli ile müşterek bir senaryo hazırlamıştı. «Ben Bir İnkilap Çocuğuyum» adını verdikleri senaryoyu Münir Hayri filme alacak ve Atatürk kamera karşısına çıkacaktı. Fakat hastalığı onun bu düşüncelerinin gerçekleşmesini önledi. Ata, Kurtuluş Savaşı'nı gösteren filmde kamera karşısına çıkamadan aramızdan ayrıldı.
(Ses Dergisi - 27 Ekim 1973)
Atatürk, Galip Arcan’ın yazdığı “Sırat Köprüsü” adlı piyese davetlidir. Atatürk piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar ve bir müddet sonra oyun bitince; “Bana Galip Arcan’ı çağırın!” der.
Galip Arcan gelince; “Bu piyesi siz mi yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. Ve Atatürk; “Hayır, bu Flor Doranj adlı boldvilin’in aynen çevirisi, neden bunu belirtmediniz? Hakkınızda soruşturma
açtırıyorum” diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca, ne dedim biliyor musunuz? “A be Atam, boldvilin’e varıncaya kadar, bunları ne zaman okursun? Ne zaman kafanda tutarsın?” “Sanat ve
Atatürk” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Sinema... Yönetmen Cezmi Ar, başrolde
Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal’e, tabii Cumhurbaşkanı ya, şöyle dur böyle dur diyemiyor ama diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk; “Gel Cezmi gel, burada başkomutan
sensin. Ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın” diyor. Cezmi Ar hayatının son günlerinde; “Ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir.
Yıl 1937, Münir Hayri Egeli ile Çankaya’da odalarına çekilirler. Atatürk bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur adı; “Ben bir İnkilap Çocuğuyum” dur. Kendi yazdığı film senaryosunu, Münir Hayri
Egeli çekecektir, Atatürk de oynayacaktır. Ama yıl 1937’dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu, filme çekin, çok faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum
Atatürk Kendi Hayatının Senaryosunu Yazmış...
Atatürk’ün bir film senaryosu yazdığını biliyor muydunuz ? Ata’nın ölmeden bir yıl önce yazdığı senaryo filme çekiliyor!
Atatürk filmi yapılsın ama kim oynasın” diye 20 yıldır tartışıyoruz.. Bir çok tarihi filmde bir şekilde Ata’ya değinildi. TRT, Kurtuluş ve Cumhuriyet filmlerini çekti. Ama tam anlamıyla Atatürk’ü anlatan bir film
yapılmadı.. Haluk Bilginer mi, Leanorda Di Caprio mu, Rutkay Aziz mi yoksa Uğur Dündar mı oynasın diye tartışmaya devam ettiğimiz Atatürk filmi sonunda gerçek oluyor..
Oyuncu halen belli olmasada film bu kez ciddi! Çünkü yazarı Atatürk’ün kendisi..
Atatürk 1937’de ilk sinemacılarımızdan Münir Hayri Egeli ile birlikte bir senaryo yazmış ve bunun çekilmesi emrini vermişti. Ancak ölümünden sonra bunu hiç kimse vasiyet haline getirmedi.
Herşey Atatürk’ün Milli Kütüphane’de saklanan ve el yazısıyla yazdığı bir vasiyet notunda gizli: “Münir Hayri, filmi çevirme işiyle bizzat meşgul olacaktır. Hemen Almanya’ya gidecek, senaryomuzu
işleyecektir. Hasan Rıza gereken masrafları benden karşılayacaktır / İmza: K (Kemal)”
71 YILDIR BEKLEYEN DOSYA
Atatürk’ün yazdığı senaryoyu gündeme getiren kişi ise araştırmacı yazar İlknur G. Kalıpçı olmuş: “26 yıldır Atatürk’ün bilinmeyen yönlerini araştırıyorum. Tiyatroda, arkeoloji alanında, sporda birçok ilginç
bilgi buldum. Sinemaya gelince durdum; ‘burada da yoktur artık’ dedim. Ama inanılmaz bir sinema çalışması yaptığını keşfettim.. Böyle bir senaryonun varlığını Münir Hayri Egeli’nin 1994 yılında elime
geçen 1954 basımı ‘Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar’ adlı kitabında öğrendim..”
İLK İPUÇLARI 1954’TEN
Atatürk’ün bir senaryo yazdığının ilk ipuçlarına 1954 tarihli bir kitaptan ulaşıldı. Münir Hayri Egeli’nin o yıl yayınlanan “Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” kitabında şu satırlar yer alıyordu:
“...Atatürk, kendi hayatına ait bir film yaptırmaya karar vermiş ve bana esaslarını dikte ettikten sonra iki defa tashih etmişti. ‘Ben Bir İnkılap Çocuğuyum’ adını taşıyan bu senaryonun ilk müsveddesini
okuduktan sonra ‘Başka neler koymalıyız?’ diye sordu.
Biraz çekinerek, ‘Bir filmde kadın ve aşk unsuru da aranır. Ama bilmem nasıl emrederdiniz?’ dedim. Atatürk derhal anladı. ‘Benim de başımdan aşk hikayeleri geçti’ dedi ve dört hikaye nakletti...”
”BEN BİR İNKİLAP ÇOCUĞUYUM”
Atatürk 1937 yılında ülkenin ilk sinemacılarından Münir Hayri Egeli ile “kendisini anlatan” 137 sayfalık bir film senaryosu yazmış.. “Ben, Bir İnkılap Çocuğuyum” adlı senaryoda, Mustafa Kemal, 4 ayrı gönül
ilişkisi de yer vermiş. Ancak Atatürk’ün hastalığının büyümesi ve daha sonra vefatı ile film projesi de rafa kalkmış.
Orjinali “Milli Kütüphane”de bulunan senaryo Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Konfederasyonu’nun öncülüğünde başlatılan bir proje ile hayata geçiyor. İlknur G. Kalıpçı’nın dışında Ata’nın manevi kızı Ülkü
Adatepe ile Prof. Ercan Çitlioğlu da projeye destek verenler arasında..
YÖNETMEN: BİRAY DALKIRAN
“Atatürk” filmi projesini, “Sarı Zeybek” kısa belgeselini çeken ekip hazırlayacak. Projenin yapımcılığı ve yönetmenliğini Biray Dalkıran üstlenecek. Film için 10 kişilik bir “bilim kurulu” oluşturuluyor.
Biray Dalkıran projeye ilişkin şöyle konuşmuş: “Filmde; Ata’nın sanata bakışı, duyguları, savaş sahnelerindeki hisleri yer alacak. Önümüzde uzun ve zor bir süreç var. Ata’nın 137 sayfalım senaryosuna
bağlı kalmak zorundayız. Bir vasiyeti gerçekleştirmek için elimizden geleni yapacağız. Atatürk’ün kötü bir senaryo yazmasına imkan yok çünkü; mucize bir adamdan bahsediyoruz. O dönemi çekeceğimiz
için senaryoyu günümüzün diline çevirme çabası da olmayacak.”
Filmin 8-10 milyon dolara mal olması bekleniyor. Film projesine taş koyanlar olur mu, film ne zaman çekilir bilemiyoruz. Ama çekilmesi halinde çok izleneceği kesin..
Mustafa Kemal Atatürk, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için yaptığı ve halen yapılan inkilâpları tek başına yeterli görmemiş, kültür düzeyinde de batılılaşmak ve çağdaş bir Cumhuriyet olabilmek için sinemanın önemini vurgulamıştır.
Ata bir sözünde; “ Sinema, gelecekteki dünyanın bir dönüm noktasıdır. Şimdi bize basit gibi gelen eğlence olan radyo ve sinema, bir çeyrek asra kalmadan yeryüzünün çehresini değiştirecektir. Japonya’daki kadın, Amerika’daki zenci, Eskimo’nun ne dediğini anlayacaktır. Tek ve birleşik bir dünyayı hazırlamak bakımından sinema ve radyonun keşfi yanında tarihte devirler açan matbaa, barut, Amerika’nın keşfi gibi olaylar oyuncak nisbetinde kalacaktır ” diyerek sinemanın önemini ortaya koymuştur. Üstelik bu sözünü radyonun emekleme devrinde olduğu, sinemada ise yeni yeni çalışmalar yapıldığı bir dönemde ifade etmiştir.
Fuat Uzkınay ve TBMM Ordu Film teşkilatının operatörleri, batı cephesinde verilen mücadeleyi, İzmir’in Yunanlılardan kurtarılışını ve Türk ordusunun İstanbul’a girişini belgelemişti. Atatürk henüz savaş halindeyken bile sinemanın taşıdığı önemi görmüş ve Cumhuriyet’in ilanından sonra da bu konudaki duyarlılığını ortaya koymuştu. Genç kuşaklara ve gelecek kuşaklara Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in temel değerlerini aktarmak, tarihe bir belge kazandırmak amacıyla, Kurtuluş Savaşı yıllarında Fuat Uzkınay’ın çektiği ‘Zafer Yollarında’ adlı belge film yeniden ele alınmış, daha kapsamlı bir hale getirilmeye çalışılmıştı.
1934’de filmi izleyen M. K. Atatürk, filmi yeterli görmemiş ve çalışmalara devam edilmesini istemişti. Film çalışmalarının gidişatını takip eden Atatürk, filmde kendisinin yer aldığı bölümlerde hareketli görüntünün olmamasından dolayı filmin tamamlanamadığını öğrenince tepkisini şöyle dile getirmiştir: “Ben hayattayım... Milli mücadeleye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem halihazırda mevcut olduğuna göre, çağırdığınız anda bana düşen vazife ve görevi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu, milli bir vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin nasıl kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra bırakmak, ancak bu filmle mümkün olacaktır.”
Ancak M. K. Atatürk’ün bozulan sağlığı ‘İstiklal’ adı verilen filmi görmesine engel olmuştu. Ayrıca film onun istediği gibi de tamamlanamamıştı; M. K. Atatürk’ün konuya verdiği öneme rağmen, hem bu ilginin hükümet düzeyinde gerçekleşmemesi -yani devletin kültür politikasının bir parçası olmaması- hem de sinemayı dünya ölçeğinde kavramış bir sinemacı kuşağının henüz yetişmemiş olması, arşivlerde yer alan zengin sinema malzemesinin layığınca kullanılmasına engel olmuştu.
Atatürk’ün sinemaya verdiği önemi Cemil Filmer şöyle aktarıyor: “İşte bu ‘Çanakkale Harbi’ filmi Atatürk’ün ilgisini çekmişti. (...) Atatürk yanında Maliye Bakanı Fuat Ağralı ile filmi görmeye geliyor. Bu arada sinema ücretlerinden falan bahis oluyor. Atatürk sinemanın çok yarayışlı bir icat olduğunu, halkın bundan gerektiği gibi faydalanmasını, sinemacılığın inkişafını istiyor, bu münasebetle alınan vergilerin düşürülmesini emrediyor. Ankara’ya döndükten sonra gerçekten de alınan vergiler %10’a indirilmiş oluyor.”
Herşeye rağmen Atatürk aktörlük denemesini yapmıştır. 1932 yılında çevrilen ve İstiklâl Savaşı yıllarını anlatan ‘Bir Millet Uyanıyor’ filminde kısa da olsa rol almıştır.
Ayrıca Mustafa Kemal bir senaryo yazmıştır ve adını da ‘Ben bir İnkilap Çocuğuyum’ koymuştur. Filmi Münir Hayri Egeli çekecektir, Atatürk de oynayacaktır. Ancak sene 1937’dir ve Büyük Önder’in ömrü yetmemiştir ne yazık ki...
Bu arada fırsat bulmuşken Mustafa Kemal’in ne kadar akıllı ve kültür bilgisine sahip olduğunu gösteren bir hikayeyi paylaşmak istiyorum; Atatürk, Galip Arcan’ın yazdığı ‘Sırat Köprüsü’ adlı piyese davetlidir. Atatürk piyesin başında mutludur, biraz sonra sinirlenmeye başlar ve bir müddet sonra oyun bitince; “Bana Galip Arcan’ı çağırın!” der. Galip Arcan gelince; “Bu piyesi siz mi yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. Ve Atatürk; “Hayır, bu Flor Doranj adlı boldvilin’in aynen çevirisi, neden bunu belirtmediniz? Hakkınızda soruşturma açtırıyorum” diyecektir.
57 yıldır çekilemeyen Atatürk filmi...
Atatürk filmi çekme çabaları 1951 yılında Türkiye’ye gelen ve devlet töreni ile karşılanan Hollywood aktörü Douglas Fairbanks’ın Atatürk rolü için hazır olduğunu söylemesi ile başlar. O tarihten bu yana defalarca çekilmek istenen fakat bazı nedenlerden dolayı çekilemeyen ‘Atatürk filmi’ projeleri gündeme geldi. Aslında bu nedenler oldukça açıktı; öncellikle mali nedenlerden dolayı politikacı ve yöneticilerimiz -başka zaman dile getirilmeyen- milli bütçe sorununu ortaya koyar. İkinci neden ise filmde ‘hangi Atatürk’ü anlatacağız?’ sorusuna Türk halkından çok, filmin yapımını üstlenmek isteyen yabancı yapımcıların kendilerine göre cevaplar araması ve yine dönemin yöneticileri tarafından beğenilmemesi.
Bir diğer soru ise ‘Atatürk’ü kim oynayacak?’ meselesi olmuştur. İlk nedenin açıklaması biraz politik olduğu için girmeyeceğim fakat ‘hangi Atatürk’ü anlatacağız?’ sorusu kafaları karıştırmıştır. Oysa ki Türk halkının sadece bir tane Atatürk’ü vardır. Milletin gözünde Mustafa Kemal Atatürk gerek askeri kimliği, gerek siyasi duruşu, gerekse sosyal hayatı ve ilişkileri ile tek bir önderi ifade ediyor ve Atatürk’ü askeri, siyasi ve sosyal kimliği ile bir bütün olarak görmüyor muyuz?
‘Atatürk’ü kim oynayacak?’ sorusu için ise şimdiye kadar pek çok alternatif sunulmuş. Bunlardan bazıları; Dauglas Fairbanks, Yul Brynner, Charlton Heston, Kirk Douglas, Marlon Brando, Robert De Niro, Kurt Russell, Antonio Banderas, Daniel Craig, Jude Law ve Kevin Costner.
Ayrıca projeler bazı kesimler tarafından engellenmek istenmiş, bu yüzden girişilen çabalar hep sonuçsuz kalmıştır. Projeyi engellemek isteyenlerin bahaneleri hazırdır: "Tarihlere sığmayacak bir varlık, filmlere sığdırılamaz."
Filmi çekmek için girişimde bulunup da çekemeyen bazı kişiler de bunun nedenini halka kitap yazarak duyurmak istemiş ve konuyla ilgili iki tane kitap ortaya çıkmıştır. Boğaziçi Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Semih Tezcan, 24 yıl süren film yapma hayali gerçekten hayal olunca, 2005 yılında "Atatürk Filmi Teşebbüsü Nasıl Baltalandı?" isimli bir kitap yayınlar. Kitabı da filmin yapılamamasından sorumlu tuttuğu iki kişiye ithaf eder: Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Mesut Yılmaz ve dönemin Devlet Bakanı Hasan Celal Güzel. Ayrıca 1989 yılında yönetmen Metin Erksan “Atatürk Filmi” kitabında, ‘böyle bir filmi Türkler mi yapmalı, yoksa yabancılar mı?’ sorusuna, "Bu işi ancak Amerikan sineması yapar. Martin Scorsese, Steven Spielberg, George Lucas gibi sinemacılar olabilir." diye cevap vermiştir.
Yönetmen Ömer Kavur’un İngiltere’de yaşayan kuzeni Fuad Kavur, Atatürk filmini çekmek için girişimlerde bulunan son isim. Senaryosunu yazmış, yapımcılarla görüşmeler sürüyor. Onun Atatürk rolü için biçilmiş kaftan dediği kişi de, son James Bond olarak tanıdığımız Daniel Craig. O da olmazsa Jude Law. İkisi de İngiliz, ikisi de sarışın ve mavi gözlü.
Yazımı, makalemin anlam ve önemini en iyi şekilde açıklayacağını düşündüğüm Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözüyle bitirmek istiyorum;
“Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema, insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık oldugu önemi vermeliyiz.”
Tahir Alper ÇAĞLAYAN
İnşaat Yüksek Mühendisi, MSÜ Sinema Doktora Öğrencisi
Atatürk ve Sinema
Yazar : Can Dündar
İstanbul’un kurtuluşu sıralarıydı. Kemal Film’in sahibi Şakir Bey, kameraman Cezmi Ar’ın evine gitti: “Hemen hazırlan. Gazi İzmit’e gidiyormuş. Biz de filmini çekeceğiz” dedi.
Heyecan içinde yola koyuldular.
Sabah Mustafa Kemal Paşa’nın izlediği askeri geçit törenini kayda aldılar. Gazi’yi de çekmek istiyorlar ama söylemeye cesaret edemiyorlardı.
Cezmi Ar korkarak izin için haber yolladı.
Gazi az sonra kendisini yanına çağırdı:
“Çekinmeyin” dedi, “sinema sanatının icabatı ne ise söyleyin hemen tatbik edelim.”
Bunun üzerine cesaretlenen Cezmi Ar, hemen kamerasını kurdu ve Gazi’nin yakın plan filmini çekmeye başladı.
O anki duygularını sonradan şöyle anlatacaktı:
“Son derece fotojenikti. Kamera karşısında gayet rahat hareket ediyordu. Nihayet ‘Kafi mi’ diye sordu. ‘Kafi Paşam, sağolun’ dedim. Etrafımızda toplananlara hitaben,
‘-İlerde bugünleri göremeyenlere iyi bir ibret hatırası olur bu resmigeçit’ dedi.”
Öyle de oldu. Yıllar sonra bugün hâlâ her milli bayramda ekranlara yansıyan İzmit gezisine dair görüntüler, Cezmi Ar’ın kamerasından çıkmadır.
Savaş ve sinema
Savaş yeni bitmiş, şimdi kendini Türkiye’ye ve dünyaya anlatma savaşı başlamıştı. Ve Gazi bu savaşta en güçlü silahın sinema olduğunu keşfetmişti.
Nitekim sonradan kurtuluş savaşında TBMM Ordu Film Çekme Merkezi’nin çektiği filmleri bütün halkın izlemesini isteyecekti.
Erman Şener “Kurtuluş Savaşı ve Sinemamız” kitabında (Dizi Y.,1970) Kurtuluş Savaşı’yla ilgili ilk filmin yapımına 1922’de başlandığını yazar. Yani zafer kazanıldığı anda, zaferin filmi için de çalışma başlamıştır.
“Zafer Yollarında” adlı bu yapım savaş sırasında çekilen belge filmlerden kotarılmıştı. Bunlar yetmeyince Kurtuluş Savaşı’na dair kimi canlandırmalar yapılıp filme eklendi.
Film ancak 1934’te bitebildi. Ama Atatürk memnun kalmadı. Filmin genişletilmesini emretti.
Hemen bir komite kuruldu. Kemal Film’in savaş sırasında çektiği 47 haber filminden de yararlanılarak 3 kısımlık film, 12 kısma çıkarıldı.
“Çağırdınız da oynamadık mı?”
Atatürk 1937’de Nurettin Baransel’e filmi sordu.
“Henüz tamamlanamadı” dedi Baransel:
“Çünkü size ait sahnelerin çoğu hareketsiz resimlerden ibaret...”
Gazi kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
“Ben hayattayım. Milli mücadeleye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem halihazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen vazifeyi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu, milli bir vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin nasıl kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra bırakmak bu filmle mümkün olacaktır.”
Ama olmadı.
Kendi filminde oynamaya ömrü vefa etmedi.
MÜNİR HAYRİ EGELİ ANLATIYOR:
“Film yapmak teyyare uçurmak gibi teknik iştir. Sanat ateşi lazımdır, ama yetmez”
“Bir gün Atatürk beni Çankaya’ya çağırttı:
- Bir Amerikan film şirketinden mektup aldım. Bizim inkılabımıza dair bir film yapmak istiyorlar. Çok güzel. Ama bu, bizim işimiz olmalıdır. Sen bir senaryo düşün’ diye emir verdi.
‘-Bu senaryo benim hayatımla, mesela bir öğretmenin hayatını eşit olarak yürütmelidir’ dedi.
Bana bir kart uzattı. Senaryoyu dikte etmeye başladı.
Senaryo bittiği zaman ellerim tutulmuştu.
‘-Bunu derle, toparla, yaz’ dedi.
Hemen gittim, yazdım.
İki gün sonra, emri veçhile yaverine verdim.
Bir gün sonra üzerinde Atatürk’ün el yazısıyla bir zarf geldi. Senaryoyu okuyan Atatürk sayfa sayfa tashih etmiş, birçok yerlerini de uzun uzun ilave etmişti.
En sonunda ‘Tekrar göreceğim’ yazıyordu.
Senaryoyu yeniden işledim. Kendisine takdim ettim. Mareşal ve Afet Hanımefendi’ye de okutmuş. Recep Peker’e vermiş. Recep Bey beni çağırttı:
‘-Bu senaryonun film olması için ne lazım’ diye sordu.
Bir bütçe yaptım, verdim.
2-3 gün sonra Necip Ali Bey beni çağırttı:
‘-Yahu senin istediklerin yüz bin lira tutar, sen deli mi oldun’ dedi.
Akşam Çankaya’da Atatürk benden film hakkında izahat istedi.
‘Bunları temin edersek bu filmi yapabilir misin’ diye sordu.
Tereddütsüz ‘Yaparım’ dedim.
Atatürk, ‘Ben bu çocuğun nefis itimadına (özgüvenine) bayılıyorum’ dedi.
Sonra bana döndü:
‘-Film yapmak tayyare uçurmak gibi teknik bir hadisedir. Sanat ateşi lazımdır ama yetmez’ dedi.
Necip Ali’ye döndü:
‘-Münir Hayri’yi Almanya ve İtalya’ya göndereceğiz. Rejisörlük öğrenecek. Paranız, tahsisatınız yoksa ben veririm’ dedi.
3 gün içinde ben Atatürk’ün şahsi mektupları ile bu memleketlere hareket ettim. (..)
Almanya’dan, İtalya’dan, Rusya’dan ayrı ayrı ‘Rejisörlük edebilir’ belgeleriyle döndüğüm zaman Atatürk,
‘-Şimdi senaryoyu bir daha gözden geçirelim’ demiş ve çalışmaların sonunda düzeltilen senaryoya şu cümleyi koymuştu:
‘-Düzeltmelerden sonra iyi bir film olur.’
Ancak biz kendisinden bazı parçaları filme almakta iken Atatürk rahatsızlanmıştı.”
(Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, Berikan, 2001)
NİZAMETTİN NAZİF ANLATIYOR
“Susunuz! Film çeviriyoruz!”
Atatürk’le sinema serüvenine girişenlerden biri de Nizamettin Nazif’ti. “Bir Millet Uyanıyor”u yazdıktan sonra Atatürk’e ulaştırmıştı. Senaryonun onaylanmasını istemiş, sonra bir cesaret Atatürk’e de rol teklif etmişti.
Tedirginlik içinde bekliyordu.
Bir süre sonra Atatürk’ün senaryoyu beğendiği müjdesini alınca göklere uçtu. Ama dahası vardı:
Atatürk filmde şahsen rol almayı da kabul etmişti. Meclis’te okuyacağı nutku, Köşk’te film için tekrarlayacaktı.
Sonrasını Nizamettin Nazif’ten okuyalım:
“Atatürk Çankaya’da bizi kabul etti. Biraz izahat istedikten sonra fon olarak getirdiğimiz kara örtünün önüne geçti ve nutkunu irada başladı. Makine rahat rahat işliyor, şefin sesi çok rahat endegistre ediliyordu. Bu arada sol taraftaki bir kapının önünde bayan Afet, bir milletvekili ve General Kazım beliriverdi. Üçü de yüksek sesle konuşuyorlardı. Atatürk’ün yüzünde ani bir değişiklik oldu, onlara dönüp seslendi:
‘-Susunuz! Film çeviriyoruz. Salona gidiniz.’”
“Komedya mı oynuyoruz?”
Atatürk’ün siniri bozulmuştu bir kere... “Bırakalım” dedi. Filmcilerin ısrarıyla devam etti.
O sırada bahçıvanla birkaç kişi kapının yanında gülüşmeye başlamasın mı?
Atatürk bu kez gürledi:
“Ne o? Biz burada komedya mı oynuyoruz, yoksa bir devlet şefi gibi halka mütelaamızı mı bildiriyoruz. Bu ne terbiyesizliktir? Gülmeyiniz? Çekiliniz? Yıkılınız? Gidiniz?”
Sonra nutkunu tamamladı. Filmcileri uğurladı.
Nazım’ın korktuğu an
Öykünün devamı daha da ilginçtir:
Tepedelenlioğlu’nun aktardığına göre Cezmi Ar filmleri alıp hemen İstanbul’a döner. Film yıkanır. İpek Film stüdyosunda ilk kopyayı izleyenler arasında Ertuğrul Muhsin ve Nazım Hikmet de vardır.
Filmi izlerken eleştirmeye başlarlar:
“-Keşke başka açılardan da çekselerdi.”
”-Ses daha iyi olabilirdi” vs...
Tam onlar bu eleştirileri yaparken, izledikleri filmdeki Gazi gürlemeye başlar:
“Burada komedya mı oynuyoruz? Çekiliniz! Yıkılınız!”
Muhsin Ertuğrul’la Nazım donakalırlar.
“Eyvah canlandı, bize bağırıyor” diyerek salondan dışarı fırlarlar.
(Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, “Atatürk Film Çeviriyor”, Yeni Gün Dergisi, 6 Mayıs 1939
ATATÜRK; İZMİR VE SİNEMA SANATI
Sinema, İzmirliler için ilgi gören, aynı zamanda iyi gelir sağlayan bir sanat etkinliğiydi. Bu nedenledir ki Pathe Sineması'ndaki ilk gösterilerden başlayarak, Milli Kütüphane'ye, Mekteb-i Sultani Kütüphanesi'ne, yetim kızlara, iptidaiye (ilkokul) muhtaç öğrencilerine, deprem felaketzedelerine, yoksul insanlara yardım etmek için gösteriler yapmak uzun yıllar sürmüş, elde edilen gelirler yardım gerektiren yerlere ulaştırılmıştır.
İzmir'in ilk sineması Kramer Kardeşler'in 'Pathe Sineması'dır. İzmirliler, 1909 tarihinde sinemada filmler gösterilmeye başlayınca "Sinamotograf" sözcüğüyle tanışmaya başlamışlardı.
Bu sinemayı İzmir'de diğerleri izlemişti: Osmanlı Sinamatoğrafhanesi, Milli Kütüphane Sineması, İkiçeşmelik'te Ankara Sineması, Yazlık Lale Sineması, Sakarya Sineması, Tayyare Sineması, Asri Sinema, Kokaryalı Merkez Sinema, Sefa Sineması, Yıldız Sineması...
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra işleri çok yoğundu. Bir taraftan ülke ve uluslararası sorunların çözümü ile uğraşırken diğer yandan da İktisat Kongresi'ni gerçekleştirme hazırlığı içindeydi. Ama O'nun sanata her zaman ayıracak zamanı olmuştur.
Oğuz Makal'ın da belirttiğine göre O, sinema için şunları söylemişti: "Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek barutun, elektiriğin ve kıtaların keşfinden çok, dünya medeniyetinin cephesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini tanımalarını,sevmelerini temin edecektir.
Sinema, insanlar arasındaki görüş ve düşünüş farklarını silecek,insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır.Sinemaya, lâyık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz."
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, İzmir'de kaldığı günlerden birinde Atatürk, Lale Sineması önünden otomobiliyle geçerken Cemil Filmer'i görmüş, yaveri Muzaffer Kılıç'a çağırtmıştır. Cemil Filmer anılarında Uşakizâde Muammer Bey Köşkü'nde Atatürk' ün ziyaretini şu şekilde anlatmaktadır:
"Kaldığı yer Göztepe'de Uşakizâde Muammer Bey'in bir tepe üzerinde bulunan köşkü idi.
Muzafferin verdiği kartı göstererek köşke girdim. Köşk bir tepe üzerinde idi. Önünde aşağılara kadar uzanan bir bahçe ve bahçenin hemen yanında cadde vardı. Geceleri Mustafa Kemal buradan geçen fener alaylarına, kalabalığa hitap ederdi. Bahçeden geçen yolu yürüyerek köşkün önüne kadar gittim. Oraya büyük bir içki masası kurulmuştu. Atatürk'ün sağ tarafında Latife Hanım oturuyordu. Beni çağırdı, sol tarafına oturttu. Ne yapıp ettiğimi sordu. Ben de kendisine İzmir'de Sinemacılık yaptığımı,elimde kendilerinin Halide Edip Hanım'la birlikte cephe teftişleri sırasında çekilmiş filmleri olduğunu, arzu ederlerse hemen buraya bir perde kurarak gösterebileceğimi söyledim."
Bu görüşmeden hemen sonra vapurla İstanbul'a giden Filmer, Ordu Film Merkezi'nden sağladığı filmlerle İzmir'e dönmüştü.
"İzmir'e varınca bir gözden geçirdim, evet gösterime hazırladılar. O gece köşke gidecektim. Yanıma makinist çocuklardan iki kişi alarak gittim. Atatürk yine mutat olarak sofrası başındaydı, etrafında epeyce kalabalık vardı, Latife Hanım da oradaydı. Bir bahçenin münasip bir köşesine makineyi ve perdeyi kurduk. Atatürk'ü gözetlemeye başladım, çünkü yanındaki erkân ile önemli şeyler konuşuyor olabilirlerdi. Bir ara konuşmanın kesildiği sırada yanına yaklaşarak:
"Efendim, arzu ettiğiniz filmler hazırdır, emir verirseniz gösterelim." dedim.
Daha Atatürk konuşmadan, Latife Hanım sinirli bir şekilde:
"Sen göster, göster." dedi... Beni adeta azarlamıştı, ancak Gazi aldırmadı, bana:
"Sen biraz dinlen, ben vakti gelince haber veririm." dedi. Ben çekildim. Bir süre sonra gerçekten filmi göstermemizi istediler. Makineyi çalıştırarak filmi gösterdik. Daha sonra aşağıda caddeden bir fener alayı geçmeye başladı. Atatürk ve yanındakiler alaya bakmak için ağır ağır bahçenin altına indiler. Biz de kendileri ile birlikte indik ve işimiz bittiği için izin alarak köşkten ayrıldık."
Atatürk İkiçeşmelik'teki Ankara Sineması'nda 'Şarlo İdama Mahkum'u büyük bir keyifle izlemişti. O gün, Türk Sinema tarihinde ve sosyal yaşantımızda önemli bir gün olarak geçmişti. Bu olayı Cemil Filmer'in anılarından aktaralım:
"Köşke yaptığım ziyaretleri genellikle öğle üzeri yapardım. O sırada Atatürk uyanmış olurdu. Bir ziyaretimde kendisine cephe filmlerinin son kısmını getirdiğimi, arzu ederlerse gösterebileceğimi söyledim. Lâkin bahçedeki uydurma perdede filmler istenildiği gibi güzel görünmüyordu, bu defa benim işlettiğim Ankara Sineması'na şeref verirlerse daha iyi seyredebileceklerini, ayrıca bazı ilave filmler de gösterip kendilerini memnun etmeye çalışacağımı söyledim. Hemen yaveri Muzaffer'i çağırdı. O günkü programı okutturdu.
Programdan bazı işleri iptal etti ve o gün saat üçte sinemaya geleceğini bildirdi. Çok mütehassis olduğumu söyleyerek huzurlarından ayrıldım. Yol üzerinden geçerken karakollara haber verdim ve tertibat almalarını söyledim. Kendilerini karşılamak için hazırlık yaptık. Sinemanın balkonundaki locayı donattık, gümüş çay takımları, kurabiyeler vb. bulunduracaktık. Ancak benim karakollara verdiğim haber çok çabuk yayılmıştı. Bütün halk, kadınlı erkekli, erken saatlerden itibaren Atatürk'ün geçeceği yolları doldurmuştu. Araba geldiği zaman bağrışmalar, haykırışlar göklere yükseldi. Bir yandan kurbanlar kesiliyordu. Kadınlar arabanın camlarına, gövdesine yapışıyor, Atatürk' e coşkun gösteri yapıyorlardı. Öyle ki araba yürüyemez hale geldi. Ancak ne gam! Halk ite ite arabayı yokuşun başına kadar çıkarmıştı. Öyle bir coşku, öyle bir heyecan vardı ki anlatmak imkânsız. Kadın erkek, Gazi'yi görmek için birbirlerini iteliyor, gözyaşları, alkışlar, haykırmalar birbirine karışıyordu. Araba durunca kendilerini karşıladım, bana:
"Ne bu hal" anlamında işaret yaptı. Ben de:
"Paşam, karakollara tertibat almalarını söylemiştim, lâkin beceriksizlik göstermişler, affedin." diyebildim. Doğru, hazırlandığımız locaya gittik. Yakınlarımızın kızları, hanımlar falan vardı. Atatürk oğlum Metin'i kucağına alarak sevdi ve bana ismini sordu. "Metin." dedim.
"Başka isim bulamadın mı, bir Türk adı koyamadın mı mesela Demir, Taş falan gibi bir isim?" diye gülerek bana tarizde bulundu.
Daha sonra eğilerek alt salondaki seyircilere baktı, hepsi erkekti. Yine bana döndü ve:
"Niçin aralarında kadın yok?" dedi. Ben:
"Paşam, sadece salı günleri kadınlara bir matine yapıyoruz." dedim, "Başka gün yasak." Bunu duyunca yaverine : "Muzaffer, aşağıya in ve dışarıdaki kadınları içeri al." dedi. Yaver gitti ve bir süre sonra sinemanın içi tıka basa kadın doldu. Türkiye'de ilk olarak İzmir'de, Ankara Sineması'nda kadınlarla erkekler ve Atatürk bir arada film seyrettiler. Kadınlar kendisine dönmüş ve çılgınca alkışlamaya başlamışlardı, öyle bir alkış ki bir türlü filme başlayamıyordum. Sonunda Şarlo'nun "Şarlo idama Mahkum" adlı komedisi ile gösteriye başladık. Bu film Şarlo filmleri arasında en başarılısı sayılmaktaydı. Atatürk perdede cereyan eden olaylara o kadar çok güldü ki, beni çağırarak: "Cemil, hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?" dedi. "Peki tabii Paşam, istediğiniz kadar gösterebiliriz." dedim. Bir daha Şarlo'yu seyrettikten sonra kendisinin bulunduğu cephe filmlerinin son kısmına geçtik. Ogün çok heyecanlı, coşkulu bir gün olmuştu. Film gösterisi bittikten sonra yine aynı coşkun tezahürat arasında Ankara Sineması'ndan çıkarak arabalarına bindiler ve ayrıldılar."
Atatürk'ün, sinema ziyaretleri sadece Ankara sinemasıyla sınırlı kalmamıştı. Bazen Elhamra Sineması'nda da film izlediğine tanık olmaktayız. Bu ziyaretlerinden ilki 31 Ocak 1931 tarihini göstermektedir. Haber, Yeni Asır gazetesinde geniş olarak duyurulmuştu.
"Gazi Hazretleri cuma akşamı son seansta Elhamra Sineması'na teşrif ettiler. Akşam saat yediden itibaren halk Gazi'nin Elhamra'ya teşrif edeceği hakkındaki rivayet üzerine sinema salonunu hınca hınç doldurmuştu. Gazi Hazretleri refakatlerinde Afet Hanım, Vali Kâzım Paşa, Vasıf ve Recep Beylerle daha bazı zevat bulunduğu halde, teşriflerinde halk tarafından coşkun bir heyecanla alkışlandılar. Reis-i Cumhur Hazretleri dört numaralı locada ahzı mevki eylemişlerdi. Gece yarısından bir saat sonraya kadar Elhamra'da kaldılar, konaklarına avdelerinde sinema önünde toplanan halk 'Yaşa!' nidalarıyla büyük reisi alkışladılar."
Elhamra Sineması'na ikinci kez Atatürk'ün ziyaretleri 5 Şubat 1931 Cuma günüdür.O günkü gazetelerde haber halka şöyle duyurulmuştu:
"Gazi Hz. saat dokuzu çeyrek geçe Elhamra Sineması'na teşrif ettiler. Reis-i Cumhur Hazretleri'nin sinemaya teşriflerini haber alan halk daha evvelden Elhamra'nın büyük salonlarını doldurmuşlardı." "Aşk Resmi Geçidi" filmini seyrettiler.
Atatürk'ün Elhamra Sineması'na gelişleri ile ilgi Hıfzı Topuz'un İhsan İpekçi'den naklen anlattığı bir anısına da şöyledir:
"Ölümünden iki yıl önce İhsan Beyler bir gün bizi Adadaki evlerinde yemeğe çağırmışlardı. Söz Atatürk'ten açıldı. Çünkü o sıralarda Paris'te Raymond Aron'un başkanlık ettiği bir araştırma enstitüsü benden Atatürk'ün kamera karşısındaki durumu konulu bir konuşma istemişti. Ben de İstanbul'da bu konuda belge toplamaya çalışıyordum. İhsan İpekçi'nin Atatürk'ü filme aldığını da duymuştum. Kendisine bu konuyu açtım. Hiç naz etmeden bana şunları anlattı.
"Fox şirketi 1925-1927 yıllarında Atatürk'ün Amerikan Büyükelçisiyle sesli bir filmini çekmişti. Bu filmi Atatürk'e ilk defa İzmir'de Elhamra Sineması'nda ben gösterdim. Atatürk'ü bir locaya oturttuk. Film bitince Atatürk:
"Film iyi ama ses, benim sesime hiç benzemiyor." dedi. Kendisine sesin makinede değiştiğini ve insanın çoğu zaman kendi sesini tanıyamadığını anlattım. Sonra da: "Paşam, müsaade ederseniz biz de bir filminizi alalım." dedim. "Göreceksiniz Amerikalılarınkinden daha kötü olmayacak."
"Meclis açılınca Ankara'ya gelin de bir şeyler hazırlayın." diye cevap verdi.
Atatürk'ün yoğun çalışmaları arasında fırsat buldukça sinemaya giderek, bu sanat dalıyla ilgilenmesi, onun ilkelerinin büyüklüğünün bir kere daha göstergesi
olmuştur.
( İzmir Tarih ve Toplum Dergisi - Haziran2008 )